R.Sinan AKBASAK Şeker de Yiyebilsinler


Açıklama: Bu günlerde zamanımın çoğu hastanelerde geçiyor. Kimi zaman insanın kafası karışsa da pek çok anda haline şükretmesi gerekiyor. Süreli bir tetkik yaptırmam gerekti. Yani uzunca bir süre oralarda kaldım. Böylece bol insan izlenimi kaydetme olanağı buldum...
Kategori: R. Sinan AKBAŞAK... Köşe Yazıları
Eklenme Tarihi: 21 Şubat 2013
Geçerli Tarih: 29 Mart 2024, 18:08
Site: Gazete Tiyatroterapi
URL: http://gazete.tiyatroterapi.com/haber_detay.asp?haberID=214




    Şeker de yiyebilsinler

   Bu günlerde zamanımın çoğu hastanelerde geçiyor. Kimi zaman insanın kafası karışsa da pek çok anda haline şükretmesi gerekiyor.

  Süreli bir tetkik yaptırmam gerekti. Yani uzunca bir süre oralarda kaldım.  Böylece bol insan izlenimi kaydetme olanağı buldum. İlginçtir… Oldukça iyi gelişmeler var ancak gelişime ayak uydurmakta zorluk çekiyoruz sanki… Sıramız ve saat kaçta alınacağımız belliyken yine de kapı üstündeki ekranı televizyon seyreder gibi seyredip kapının önünü kapatıyoruz… Sıraya rağmen aradan süzülmek gibi bazı fikirlerimiz de yok değil.. Ya da bir ‘arka’ bulmak… Bir tanıdık, hemşeri, konu komşu… İşimizi görsün diye. Peki buna ne gerek var?  Kimsenin yardımı olmaksızın işler yürüyor ya da biraz beklemeniz gerekiyorsa,  sıramızı; yani hakkımızı beklesek ne olur? Neden bu bencilliğimiz? Bizler neden yerleşik düzene uyamıyoruz? Bin küsur yıl geçti de intibak süremiz neden bu kadar uzun sürdü?


   Peki detaylardaki insan manzaraları…Görev gereği yapmanız gereken işleri yaparken neden bu kadar asık suratlısınız. Neden insanlara siz yerine sen diyorsunuz? Neden bu kadar kolay ‘git bekle’, ‘sonra gel’ diyebiliyorsunuz? Yoksa ben az önceki sorunun cevabına  mı gidiyorum? Hani şu, neden bir hemşeri, eş-dost aradığımız sorusuna… Yok yok… Ben bu sorunun cevabını bilmek, bulmak istemiyorum. Ben neden yol ortasında durup geçenler çarpınca sinirlendiğimizi, tekerlekli sandalyedeki hastanın geçemeyişine seyirci kalışımızı, herhangi bir kimseye yardım etme isteğimizin kalmayışını sorgulamak istemiyorum…

  Soruların nereye gideceğini ve aslında maalesef tüm bu soruların cevaplarını bildiğimi, bildiğimizi biliyorum.


  Ama laboratuarın önünde beklerken çocuk ağlamalarının çokluğuna dayanamadım. Oradan kaçmadım ama ağlayan çocuklarla birlikte benim de gözyaşlarım içime aktı.

  Çocuklar ağlamasın istedim. Hasta olmasınlar, çürük binaların altında depremde ölmesinler, sömürülmesinler, okulları olsun ama bir sırada beş kişi oturmasınlar. Dereden geçmeden sıcak sınıflara gitsinler… Öğretmenleri olsun onların…  Oyuncakları olsun… Oyun oynarken öğrensinler... Kitapları olsun renkli resimlerle süslenmiş… Yaşasınlar, yanakları kırmızı kırmızı olsun… Yüzlerinde gülücükler olsun,  gamzelensin minicik yanakları istedim… Onlara kimse yalan söylemesin istedim… Kan alınırken canı yanan bebeye üstelik yanında annesi de ağlarken “Sus bakiim ne ayıp, hiç ağlanır mı?” diyebilen muhtemel çocuk büyütmüş ama ana olamamış hatun kişiye, “Sus be… Çocuk o,  bebecik o, canı yanıyor ağlar tabii” demek istedim. Hiç acımayacak yavrum bak ben de yaptırmıştım hiç acımadı yalanını söyleyen anneye de kızıp, “Hanım acır acır, acımaz mı?”… Ama şimdiden bu konuda olsa bile yalanla tanıştırma diye bağırmak isterken aklıma küçük oğlumun bademcik ameliyatı geldi.

  Küçüktü. Sekiz yaşındaydı…  Ameliyat giysisini giyip de arabasına aldıklarında içimize akıttığımız… Yalan yalan resmen dışarıya bıraktığımız gözyaşları arasında sorduğu “Baba acıyacak mı?” sorusuna… Evet oğlum acıyacak, ama dayanabileceğin kadar inan bana… Bademciğini alacaklar… Bunun acımaması mümkün değil, ama dayanırsan acının gittikçe azaldığını göreceksin… Ve “senin yerine bu acıyı, hem de bin katını ben çekebilseydim çekerdim ama bu mümkün değil” diyerek gönderdim ameliyathaneye… Küçücük bir operasyon ama anne-baba için o bekleyişin tarifini yapmak zor… Çok şükür çıktı ve onbeş yirmi dakika sonra da ayılır gibi oldu… “Baba… acıyor” dediğinde, “Biliyorum oğlum biliyorum acıdığını”…dedim de  “Benim yüreğim de nasıl acıyor bir bilsen” diyemedim… Birkaç dakika sonra dondurman gelecek, istediğin gibi çikolatalı… Ve geçen her saniye acın, ağrın azalacak… Bu senin acıyla mücadele sanatını öğrenişin ve dilerim ki bir daha yaşamazsın…demiştim. Sonra dondurması geldi, ağrısı azaldı ve bitti. Yalansız yaşanan acı anılara gönderildi. Akılda kalan; yan yatakta “Hani acımayacaktııı” diye babasını yumruklayan on yaşlarında bir kız çocuğu ve onun “Bu ne biçim babadur daa... Karı gibi ağlayi” diye bana şaşıran büyükannesi oldu.

  Bunları düşündüm kan verme saatimi doldururken… Bir yandan çocuğunu susturmaya çalışıp bir yandan elinde telefon., muhtemelen babaya “kan verdik ama öğleden sonra vereceklermiş sonucu … şimdi vermiyolar napiim” diyen anneleri de gördüm.(Herkesin elinde telefon var ve herkes konuşuyor) Sarılıp, koklayıp, yavrum diye onunla birlikte ağlayanları da… Hemen yanıma gelip oturan iki yaşlarındaki yavrularına birlikte sarılan anne babaya: “Aman çocuğum… Çok sevin yavrunuzu, sarılın koklayın… O kadar çabuk büyüyorlar ki bir bakıyorsunuz dünyanın bir yerlerine gidivermiş”… demeyi atlamadım. Olsun… iyi olsunlar, sağlıklı olsunlar da nerede olurlarsa olsunlar. Elbetteki kendi düzenlerini kuracaklar…  

  Ama çocuklar… Onları en basit konularda yalanlarla tanıştırmayalım. Çabalarımız hep onlar için deyip sevgisiz bırakmayalım. Gerçekleştiremediğimiz hayallerimizin uygulama alanı olarak görmeyelim. En iyi çocuğu ben yetiştireceğim, en iyi, en iyilerin peşinden koşarken kişiliklerini etkilemeyelim. Biz önce çok sevelim, sonra iyilikler gelir zaten… Çocuklar… onlar ağlamasın … Şeker de yiyebilsinler…
     
  Gülen çocuklara… Büyümüş çocuklara… İçindeki çocuğu büyütmemişlere…  
Çocuklarımı çok seviyorum… Sizin çocuklarınızı da seviyorum. Sizin sevdiğinizi de biliyorum.

  R.Sinan Akbaşak
Sinan@tiyatroterapi.com