Açıklama: "Bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, işte o geliyor önünüze bir engel olarak dikiliyor. Umulmadık yerde yargıyla karşı karşıya kalıyorsunuz...
Kategori: Erdem Kozan
Eklenme Tarihi: 24 Aralık 2012
Geçerli Tarih: 29 Mart 2024, 10:18
Site: Gazete Tiyatroterapi
URL: http://gazete.tiyatroterapi.com/haber_detay.asp?haberID=375
Umulmadık yerde yazılan bir yazı
Kavramları layığınca idrak edebilmek için anlamlarının yanında ortaya çıkış süreçlerini de incelemek gerekiyor.
“Bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, işte o geliyor önünüze bir engel olarak dikiliyor. Umulmadık yerde yargıyla karşı karşıya kalıyorsunuz . Diyor ki senin de bir oynama sahan var.” “Sistem düzgün kurulmamış!” Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 17.12.2012
Yukarıdaki
cümleler kuvvetler ayrılığının ne olduğunu anlamak için pek yeterli gözükmüyor…
Haydi başlayalım:
Kuvvetler ayrılığı kavramını içeriksel olarak ilk Aristoteles’ten duyduğumuzu
kabul ediyoruz. Çünkü Aristoteles ideal bir devlette, o devleti oluşturacak üç
ana erkin üç ana organa dağıtılması gerektiği fikrini ortaya atmıştır. Bu fikri
ortaya atarken özellikle yasama erkini ön plana çıkardığını, devletin en önemli
neredeyse tüm yetkilerini yasamaya verdiğini de göz ardı etmemek gerekir. Ancak
milattan önce üç yüzlü yıllarda, devlet içerisindeki belli başlı fonksiyonları
birbirinden ayırmış olması Aristoteles’i zamanının ötesine taşımıştır.
Karanlık
Orta Çağ’ın ardından Yeni Çağ ile başlayan aydınlanma döneminde diriltilen
antik Yunan ve Roma dönemi düşünce sisteminin ele alınmasıyla kuvvetler
ayrılığı fikrinin su yüzüne çıkışını görebiliyoruz. Bu dönemin önemli düşün
adamı John Locke,”uygar toplum nedir?” sorusuna, “herkesin kendi uyuşmazlığının
yargıcı olmadığı toplum” yanıtını verir. “Uygar toplumda insanların
uyuşmazlıklarını giderebilmeleri için başvurabilecekleri güçlü ve bağımsız bir
organ bulunmalıdır.”
Bu şekilde yargıyı ayrı bir köşeye koyan Locke, mutlak monarşiye de karşı
çıkar. Yürütme erkinin elinde fazladan bir takdir yetkisi olmakla birlikte,
yasama ile yürütme erklerinin ayrı olması gerektiğinin altını çizer.
Yine bu dönemin münevverlerinden ve çağdaş anlamda kuvvetler ayrılığı fikrinin babası kabul edilen Montesque, bu konuda asıl kulak verilmesi gereken kişidir. Ona göre tarihsel bir gerçekliktir ki; kendisine yetki verilen her insan (dürüst, dindar, ahlaklı vs… E.K.) bu yetkiyi kötüye kullanmaya meyillidir. Zorbalığı, despotluğu önlemek ve özgürlüğü sağlama bağlamak için yasama, yürütme ve yargı erklerini birbirinden ayırmak gerekir. Yasama ve yürütme erki tek bir kişide birleştiği zaman özgürlük kalmaz. Bu durum zorbaca üretilen yasaların yine zorbaca uygulanması tehlikesine yol açar. Aynı şekilde yargı erki de yasamayla birleşirse yurttaşların yaşam ve özgürlükleri üzerindeki erk, keyfi hale gelir. Çünkü bu durumda yargıç aynı zamanda yasa yapan olur. Yahut yargıç, yürütme erkiyle birleşirse, bu kez de yargıç bir zorbanın gücüne sahip olur.
Toparlamak
gerekirse:
Antik Yunan’ın ‘butik’ devletlerindeki birey olgusu, devasa Roma İmparatorluğu
ile yurttaşa, yabancıya ve köleye, Orta Çağ ile de kula dönüşmüştü. Üzerine
sürekli toprak atılan birey olgusu varoluşundan bu yana yönetici, kral, monark,
derebey, başkan, hükümet ya da başbakan karşısında özgürlüğünü korumaya
çabalamakta ve bunun için fikirler üretmekte, sağlam mekanizmalar yaratmaya
çalışmaktadır. Bu noktada Yeni Çağ ile başlayan, siyasal düşünce merkezinin
“Tanrı”dan “Akıl”a geçişi sürecinin etkisini unutmadan vurgulamak gerekiyor.
Çünkü bu geçiş sağlanamasaydı “Kralımız Tanrının yeryüzündeki gölgesidir; o,
yanlış yapmaz!” fikri değişmeyecekti. Tarih acı tecrübelerle doludur ki o kral
da ‘yanlış’ yapar…
Birey, temel hak ve özgürlüklerini sağlama almak için monarkın karşısına, onun da tabi olacağı yasaları Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı) ile dikmiş, kuvvetler ayrılığını da bu yasalara ilk kez 1787 tarihli ABD Anayasası ile yerleştirmiştir. Daha sonra bunu Fransız Devrim Anayasaları takip etmiştir. Bireyin özgürlüğünü sağlam mekanizmalar ile güvence altına alma arayışları meyvesini vermiştir.
Sayılan bu kazanımlarda burjuvanın payı büyüktür. Ancak sonuçları gelecekte saf ‘birey’ üzerinde de doğacaktır.
Bu noktada sosyalist rejimler için bir parantez açarsak; bu rejimlerde kişi hürriyeti için kuvvetler ayrılığına ihtiyaç duyulmamaktadır. Aksine kişi hürriyetlerinin sağlama alınması için kuvvetlerin birliği amaçlanır. Hal böyle olunca, liberal anlayışta devlete duyulan kuşku ile sosyalist devlette, devlete duyulan güven farkı göze çarpmaktadır. Örneğin liberal anlayışta Montesque, yasa yapanın aynı zamanda yasayı uygulayan olduğu durumda zorbalığın çıkacağından neredeyse şüphe dahi etmemektedir. O nedenledir ki kuvvetin kuvvet ile durdurulması gerekmektedir. Marksist anlayışta ise kuvvetlerin ayrılması bile toplumun sınıflara ayrıştığının bir göstergesi kabul edilmektedir.
“Bu kuvvetler ayrılığı denilen
olay var ya…”
Türkiye Cumhuriyeti’nde, diğer
liberal rejimlerde olduğu gibi yasama erki ile yürütme erkinin ayrı olduğu
kolaylıkla söylenememektedir. Bunun nedeni, yürütmenin yasamanın içinden
çıkıyor olması ve yürütmenin içinden çıktığı grubun yasama içerisinde çoğunluğu
elde bulundurması halinde yasamayı kontrol altında tutabilmesidir. Yani,
yürütmenin asli unsuru olan hükümetin üyeleri, meclis içerisinde çoğunluğa
sahip olan parti grubundan çıkmaktadır. Uygulamada da çoğunluğa sahip bu parti
grubu yasamayı rahatlıkla yönlendirebilmektedir. Bunun sonucunda artık yasama
organı, temsil etme niteliğine rağmen yönetilenler açısından bir güvence kurumu
olmaktan oldukça uzaklaşmıştır.
Bu durumda bireyin özgürlüğünün güvencesi için geriye bir tek bağımsız yargı
organları kalmaktadır. Yargı, uygulayacağı politikanın ihtiyaç duyduğu araç
olan kanunları rahatlıkla yaptırabilen bir yürütme karşısında kişi temel hak ve
özgürlüklerinin yegâne güvencesi konumundadır.
“Bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, işte o geliyor önünüze bir engel olarak dikiliyor. Umulmadık yerde yargıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.”
Eğer eylemleriniz Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı ise yargı doğaldır ki karşınıza dikilecektir. Yapılan eylemin hukuka aykırı olması işte burada bahsedilen ‘umulmadık yer’dir. Hukuka aykırı bir eylemin yargı tarafından engellenmesinin şikâyet konusu yapılması hukuk devleti ilkesine açılmış bir savaş olarak kabul edilebilir.
“Ama
benim yapacağım yatırımı bir kelimeden dolayı kalkar da 3 ay, 6 ay
erteletirsen,
1 sene, 2 sene giderse o zaman bu ülkenin,
halkının bedelini, ne tarihe hesabını verebilirsiniz, ne de bu toprağın altında
yatanlara hesabını verebilirsiniz.”
Yürütmenin, yargı kararlarını tartışmaya açması, aleyhe verilen kararlar üzerine yargının eleştirilmesi yargı organına bir müdahaledir. Yargı kararları hakkında yürütmenin bir üyesi (başbakan) olarak yorum yapamazsınız, yargıya telkinde bulunamazsınız. Aksi davranışlar suçtur. (T.C. Anayasası Madde 138/2:Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.) Yargı organı bağımsızdır ve unutulmamalıdır; yargı da kararlarını ‘millet’ adına verir…
Görülen o ki bireyin özgürlük mücadelesi henüz son bulmamıştır. Binlerce yıl süren bu mücadele, birey ne kadar sağlam mekanizmalar oluşturduğunu düşünse de güncelliğini korumaktadır.
Sultan yetkileri, mutlak monarşi düzeni isteyenler her gün, her an çıkacaktır. Önemli olan umulan bir anda karşılarına çıkmak değil, ‘umulmadık bir yerde ve zamanda’ karşılarına dikilmektir.
Erdem KOZAN