Seyahatname-i Nazire... Vedat SINMAZ


Açıklama: Otobüs,otogar’dan Kavacığa kaç saatte geldi bilmem ama, biz Kavacık’tan Eskihisar’a iki buçuk saatte ulaşabildik. Evliya Çelebi gibi yüzümü doğuya dönüp, yüzyirmibin adım yürüseydim belki daha tez zamanda ulaşırdım Eskihisar’a...
Kategori: Vedat SINMAZ
Eklenme Tarihi: 18 Ağustos 2015
Geçerli Tarih: 28 Mart 2024, 20:07
Site: Gazete Tiyatroterapi
URL: http://gazete.tiyatroterapi.com/haber_detay.asp?haberID=489


 

 

 

Seyahatname-i Nazire

 

Evliya Çelebi’nin kitabını okurken aklıma esti, yüz yirmibir bin adımda Eskihisar’a ulaşmış. Ben de epeydir uzun yola gitmiyordum,”Haydi “ Dedim kendi kendime, vurdum çantamı sırtıma,düştüm yollara…

 

Yaklaşık oniki yıldır özel aracım ile seyahat ederdim, bu sefer  nasip otobüs yolculuğuymuş. Zurnada peşrev olmaz. Ne çıkarsa bahtına.

 

Kavacık’ta  bekliyorum. Bekle Allah bekle… Ankara, Adapazarı, Eskişehir, Antalya... Her vilayete otobüs geliyor, bizimki bir türlü gelmez. Biletimi de üç gün önceden aldım, vazgeçsem param yanacak.

 

Uzunca bir bekleyişten sonra benim otobüsüm geldi. Sevinçle bindim, yeni bir şirket otobüsünü tercih etmiştim, zaten binerken kolonya, şeker, çikolata ikramı bekleyiş stresimi biraz azalttı. Yine de sormadan edemedim.

 

-Pardon,otobüs neden bu kadar gecikti?

 

Şoför, birşeyler söyleyecek oldu ama,muavin, (Pardon “Host” Diyorlar şimdi) Daha tez davranarak,

 

-Trafik beyim, trafik… Çanakkale geçilir, Fatih Köprüsü geçilmez.

 

Otobüs,otogar’dan Kavacığa kaç saatte geldi bilmem ama, biz Kavacık’tan  Eskihisar’a iki buçuk saatte ulaşabildik. Evliya Çelebi gibi yüzümü doğuya dönüp, yüzyirmibin adım yürüseydim  belki daha tez zamanda ulaşırdım Eskihisar’a...

 

Martıların rehberliği eşliğinde keyifli bir feribot yolculuğunun ardından otobüsteki yerlerimizi aldık. Tekrar kolonya ve çikolata servisi başladı, ve hemen ardından çay, kola,meşrubat bisküvi, kek servisine geçildi. Host,her koltuğun başında durup yolculara ne içmek istediğini soruyordu, sıra bana gelince hiç düşünmeden “Çay alabilir miyim?” Dedim.

 

Çayımı yudumlarken otobüs Yalova rampasını çıkıyordu. Bir an düşündüm... Çayda çay tadı yok, su olsa su tadı yok. Yani hiçbir şeyin tadı yok. Görevli host’a sordum...

 

-Pardon ,kusura bakma ama çayda çay tadı yok.

 

Host,gülümseyerek,

 

-Sallama beyim, sallamaaaaaa….

 

-Ben sallamıyorum, bak elim dimdik duruyor,otobüs sallanıyor.

 

-Hayır beyim, öyle değil,çay sallama.

 

Demek ki, bir tek Evliya çelebi sallamıyormuş, içtiğimiz çay da sallamaymış.

 

Çay servisinin ardından ışıklar söndü,tavandaki küçük spotlar yandı ve herkes kendi alemine daldı. Tüyler ürpertici bir sessizlik…

 

Zaten koltukları da ayırmışlar, sağ taraf çift sıra, sol taraf tek sıra. Hani, kimsenin de kimseyle muhabbet etmeye pek niyeti yok gibi. Eskiden yalandan da olsa sorarlardı, “ Hemşerim,memleket nire?”  Ve hemen peşinden “ Yolculuk nereye?” Gibi klasik laf açma soruları vardı... Şimdi hiçbiri yok. Millet koltuklara monte edilen monitörlere dalmış, kimi film izliyor, kimi müzik dinliyor, kimi sosyal medyada geyik yapıyor, hepsinin kulaklarında kulaklık, kim kime dum duma bir yolculuk yani.

 

Hemen hemen herkes kendini 13 inch’lik monitöre hapsetmiş, avuç içi kadar ekrandan dünyayı ele geçirip keşfettiklerini sanıyorlar... Hiçbiri kendi esaretinin farkında değil. Öylesine ruhsuz ve sessiz bir yolculuk… Acaba benim yerimde Evliya Çelebi olsaydı nasıl yorumlardı bu durumu bilemiyorum.

 

Ben, kendi dünyamda yolu ve manzarayı izlemeye çalışıyorum. Allahtan ön koltuktan bilet almışım, her yeri görebiliyorum. Bir yandan da eskiyi özlüyorum. O eski  302 Mercedesler gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor... Eski otobüsler ve direksiyonu göbeğiyle idare eden iri yarı şoförler…

 

Pardon, şimdi şoför yok. Onlar artık kaptan. Ve hani o vitesi dörde atarken elini torpidoya kadar çarpan hareketler de yok. Otobüsler otomatik. Vitesler otomatik, klimalar otomatik, kapılar otomatik, aşağı yukarı aklınıza gelen herşey otomatik. Tabi ki bu kadar otomasyonun içinde insanlar da otomatik. Bunu da çok görmemek lazım.

 

Yollar, yollar… Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uzun ince kıvrak yollar… Dağlar, tepeler, dereler, ırmaklar, yol kenarlarında meleyen yavru kuzular, dallarından meyveleri sarkan kiraz ağaçları, hiçbiri yok artık.

 

Uzun ince yolların yerini kapkalın otoyollar almış... Dereler ırmaklar HES olmuş, dağlar tepeler viyadük, dağ taş göz alabildiğince beton. Neyi kazandık, neyi kaybettik... Bilmiyorum? Hesap yapamıyorum. Sanırım teknolojiyi yakalayalım diye yaşam kalitemizi kaybettik.

 

Gecenin kaçıydı bilmiyorum. Bir an hayallerimin arasından uyanıp Susurluk’a mola yerine geldiğimizi farkettim. Otobüs perona yanaşır yanaşmaz elinde koca bir çay tepsisiyle bizleri karşılayan garson ile göz göze geldim. Hemen avını gören tilki mutluluğundaki gülümsemeyle bardağı uzattı... Zaten hararet basmış, klimanın kuru havasından boğazım kaşınırken düşünmeden aldım çayı... Bir fırt çektim ki buz deryası... Çay değil, çay kompostosu.... Amiyane tabirle hoşafffff…!!!

 

Ve garsonun detone sesi,

 

- Alalım beyim.

 

- İyi al da, verdiğin çay buz gibi.

 

- Kabahat bende değil beyim. Mola yerine geç geldiniz, yarım saattir tepsi elimde sizi bekliyorum.

 

Özürü kabahatinden büyük, neyse basit polemiklerle sinirimi bozmayayım dedim,

 

- Ne kadar?

 

- Üç lira beyim.

 

Sanki Kalamış Marina’da çay içiyoruz... Çaresiz verdik.

 

Haliyle lavaboya gitmek lazım... Bu araba bir daha İzmir’e kadar durmaz. Gittik, kapısı Telekom Arena  gibi kuyruk. Ve içersi anlatılacak gibi değil. Yarım yamalak elimizi yüzümüzü yıkayıp çıktık. Birşey yeyip yememek arasında bocalayıp durdum. Masaların üstü tabak bulaşığı, yemek artıkları... Kim kime dum duma bir kargaşa ve alabildiğince kalabalık. Zaten yolcuların da çok umurunda değil, ya kanıksamışlar, ya da kendi dünyalarında cep telefonlarından yer bildirimi yapmakla meşguller. Gecenin üçünde falanca Susurluk’da dinlenme tesislerinde… O saatte kim okuyacaksa, veya okuyanın da ne kadar  umurundaysa? Neyse, yani, dinlenme tesislerinde amaç asla hizmet değil, müşteri nasıl olsa çantada keklik... Gidebileceği başka yer yok ve hepimiz yolunacak kazız. Onların gördüğü bu.

 

Oysa ,bir önceki yıl özel aracımla mütevazi kamyoncuların mola yerine uğramıştım. Ne kadar güzeldi... Yemyeşil ağaçlar, rengarek çiçekler, masalar tertemiz, tuvaletleri ışıl ışıl... Her yönüyle dört dörtlük mekandı ve hizmet kalitesi süperdi... Bunun yanı sıra sıcaklık, içtenlik ve fiyat politikası olağanüstü mutlu kılmıştı beni. Turizm politikası her yerde böyle olsa  ülkemiz cennet olur. Aradaki düşünce farkı bariz belli oluyor, bir tarafta müşteri velinimetimiz, diğer tarafta yerse… Yemiyor, işte yemiyor, yemiyor da... Yemediğimizi bile bile zorla yedirmeye çalışıyorlar ya  sanırım en acıklısı da bu?

 

İzmir rampasını inerken gün ağırmak üzereydi. Ben eskiyi özledim. Sabah gün ağırırken kaptan radyoyu açar,memleketimin güzel türküleriyle uyanıp güne pozitif enerjiyle başlardık... Artık yok o türküler. O atmosfer yok. Dedim ya, herşey otomatik diye. İnsanlar da otomatikmen uyanıyorlar. Klimalar püfür püfür rüzgar estiriyor,ön camdan da asfaltın beton sıcaklığı gözlerimize vuruyor.

 

Derken Selçuk’da  yarım saatlik kahvaltı molası anonsu yapıldı. Ege insanı gerçekten bir başka... Öteden beri sadeliğini, saflığını içtenliğini severim ege insanının...

 

Kahvaltı esnasında bir baba oğluyla birlikte masamıza yaklaştı,

 

- Günaydın beyim.

 

- Günaydın.

 

- Taze yumurta getirdim beyim.

 

Gerçekten de yumurtanın sıcaklığı doğallığı kendini belli ediyordu.Çocuk da söze karıştı,

 

- Amca,kümesten yeni topladım.Yirmi dakika olmadı bile.

 

Babası çocuğun lafını kesti,

 

-Sallama oğlum, sallamaaaa…

 

Çocuk yarı utangaç, yarı mahçup,

 

- Ekmek musaf çarpsın ki sallamıyom  bubaaa…Yeni topladım bunları.

 

- Onu demiyom oğlum, sepeti sallama. Yumurtalar cılk olacak.

 

Gerçekten ege insanının mükemmelliği anlatılacak gibi değil. Selçuk’daki muhteşem kahvaltının ardından yaklaşık iki saat sonra varış noktama gelmiştim. Ege topraklarına girdim ya, artık karada ölüm yok. Burada aldatılmam, kazık yemem, insanı temiz, doğası temiz, havası temiz...

 

Ve benim yolculuğum böylece bitmiş oldu. Artık dönüşte bir daha otobüse biner miyim? Hava yolunu mu tercih ederim? Hemen hemen aynı paraya geliyor, bir de yolculukta böyle rezillikler yaşanmıyor. Zaten beni de karayoluna bağlayan sadece ege insanının sıcaklığı. Eğer bir gün onu da kayberesek karayolunun  hiç bir esprisi kalmayacak.

 

Eeeee  Evliya Çelebi efendi;  Biz otobüsle on buçuk saatte geldik. Sen gelseydin kaç yüz bin adımda gelirdin ve bu yolculuğu nasıl anlatırdın bilmiyorum... Ama buradan selam olsun sana. Ben de bu sallama konusunda senden aşağı kalmam herhalde...  Neyse, fazla sallamadan bir başka yolculukta görüşmek üzere hoşça kal.

 

 

 

                                                                                                                                                              Vedat SINMAZ