Gazete Tiyatroterapi
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

HABER ARA


Gelişmiş Arama

EN ÇOK OKUNANLAR

DİLİMİZ-1 Abdullah BİZDEN

DİLİMİZ-1 Abdullah BİZDEN

Tarih 14 Eylül 2014, 16:59 Editör Osman Akbaşa

SÖZCÜKLERİN ve DEYİMLERİN MANTIĞI ÜZERİNE

DİLİMİZ- 1

SÖZCÜKLERİN ve DEYİMLERİN MANTIĞI ÜZERİNE

‘Öksüz Doyuran’ / ‘Yetim Doyuran’

“Porsiyonlar, özellikle de döner yetim doyuran cinsten”  20.01.2007 tarihli Hürriyet’te Figen Batur’un köşesinde bu satırları okuyunca, önce biraz şaşırdım, Çünkü ben “öksüz doyuran” diye bir deyim biliyordum, “yetim doyuran”ı ise hiç duymamıştım.

Sonra da düşünmeye başladım.

Malûm, “öksüz” annesi ölmüş, annesiz kalmış çocuk anlamında kullanılır genelde, “yetim” ise babasız kalmış, babası ölmüş çocuklar için.

Peki, bu nitelemeler nasıl bir mantık ilişkisi içinde yemeklerde porsiyon büyüklüğü ile ilgili bir deyim oluşturuyor?

Yemekler için normal bir porsiyon ölçeğini aşacak kadar çok, bolca doldurulmuş anlamına gelen “öksüz doyuran” deyiminin mantığında, anneleri öldüğü için öksüz kalmış çocukların  -üvey anneleri olsa bile-  genelde iyi beslenemedikleri, onları öz anne şefkatiyle saran biri olmadıkça gerektiği kadar yemek yiyemedikleri ve aç oldukları düşüncesi yatıyor herhalde. O zaman da onların bu müzmin eksikliğini, açlığını bir öğün içinde olsa giderecek kadar çok doldurulmuş porsiyonlar “öksüz doyuran” oluyor.

Peki,  babasız kalan çocuklar da aynı durumda mıdır acaba? Yani babaları ölmüş de anneleri sağ olsa bile –muhtemelen babanın ölümüyle ailenin azalan ekonomik gücü yüzünden- anne yetimlerini yeterince besleyemiyor olamaz mı? O zaman o yavrulara da “yetim doyuran” porsiyonlar gerekmez mi?

Kim bilir?

Bencilliğin  ‘birey olma’ kılıfında makbul değer olduğu, başkalarını düşünmenin külfet sayıldığı, komşuluğun belleklerde hoş bir anı olarak yerini aldığı, sahipsiz yavruların artık devletin ilgili kurumlarının yetersiz ve “müşfik” koynuna bırakıldığı ve vicdanların böylece rahatlatıldığı bir düzende, öncelikle beyninizde burgulanan ‘deyimlerde mantık aramanın ne derece mantıklı olduğu’ sorusuna da mantıklı bir cevap bulmanız gerekmez mi?

*

Ama ben kolaya kaçıyor ve bu sefer de sözcüklerin mecazî anlamda kullanılırken mantığın nasıl değiştiğini düşünüyorum. Mesela bir ülkenin millî bir kahramanı, önderi ölünce o ülkenin halkı öksüz mü kalır yetim mi? Bu, ölenin cinsiyetine bağlı mıdır? Yani kadın lider ölürse halkı öksüz, erkek lider ölürse halkı yetim mi kalır? Burada 1950’li yıllarda ilkokuldaki ’10 Kasım’ törenlerimizi hatırlıyorum da çocuk gönüllerimizde içten bir duygu seli yaratan Behçet Kemal şiirlerinde ‘Bizi öksüz bıraktın da gittin’ , ‘Bir millet öksüz kaldı’ mealindeki dizelerde sözel bir hata yapılıp yapılmadığı sorusu aklıma takılıyor.

Ardından Necip Fazıl’ın şu dizeleri dilimin ucuna geliyor:

Söyleyin, ben miyim, ben miyim yoksa

Arzı boynuzunda taşıyan öküz.

Belâ mimarının seçtiği arsa

Hayattan muhacir, eşyadan öksüz!

 

Burada belli ki ‘mahrum’ anlamında kullanılan ‘öksüz’, acaba sadece ‘öküz’ün yüzü suyu hürmetine, yani kafiye hatırına mı bulunuyor? Keşke Necip Fazıl yaşarken biri bunu sorma ve sonra da cevabı yazma cesaretini gösterebilseydi!

‘Tepeleme’ / ‘Kallâvi’

Öksüz doyuran, yetim doyuran üzerinde düşünürken aklıma Türkçemizin zenginliğine işaret olabilecek bir sözcük daha geldi: Tepeleme. 

Pilav gibi, türlü gibi taneli olan, çok sulu olmayan yemekler için normal porsiyondan büyük miktarları ‘tepeleme’ gibi bir nitelemeyle anlatabiliyoruz. Ama çorba gibi, taneli olmayan yani sulu yemekler için ‘tepeleme’ diyemiyoruz. Çünkü sıvı yiyecekler ‘tepe’ yapmıyor, üst düzey hep bir düzlemde kalıyor.

Bu durumda tepeleme olamayan sıvı yiyeceklerde ‘bol kepçe’ deyimi kullanılabildiği gibi,  ‘öksüz doyuran’ deyimi ister yiyeceğin, porsiyonun miktarı, isterse içine konduğu kabın büyüklüğü için kullanılan uygun bir deyim oluyor: ‘Bu kâse de öksüz doyuranmış ha!” gibi.

Ama herhalde sadece kahve için kullanılan ‘kallâvi’ sözcüğü bilmem bir kıvam nitelemesi mi yoksa bir miktar nitelemesi mi oluyor? ‘Kallâvi bir fincan’ deyince belli ki bir hacım büyüklüğü, yani bir miktar söz konusu. Fakat  ‘Kallâvi bir kahve’ derken, miktar mı yoksa kıvam mı söz konusu oluyor, bundan emin değilim. Çünkü kahvenin bir de ‘okkalı’sı var!

‘Önayak Olmak’

‘Önayak olmak’ deyimini bu şekilde yazınca aklıma dört ayaklı bir hayvanın ön ayakları geliyor. Öyle ya, ön ayak ve arka ayak ayırımı sadece dört ayaklı hayvanlarda var, insanda değil, (Argoyu bu genellemenin dışında tutuyorum.) O halde genelde iyi bir iş yapmak üzere diğer insanları gayrete getiren öncü kişiler için kullanılan ‘önayak olmak’ fiilinde insanın hayvana benzetilmesi gibi bir mantıksal hata olabilir mi?

Yoksa bu deyimin doğrusu öncülük etmek, harekete geçirmek anlamına ‘ön-ayak olmak’ olabilir mi? Yani biz söylenmeyen ve yazılmayan bir ( - )  çizgi ile bir ince ayrımı mı kaybediyoruz acaba?

‘Sigara’  Böreği

17 Ocak 2007 tarihli Hürriyet gazetesinden bir haber: Yeşilay’ın Gebze şubesi Türk Dil Kurumu’na bir öneri yapmış. ‘Sigara böreği’ tamlaması çocuklara çağrışım yoluyla sigarayı sevdirebilir ve kötü bir alışkanlık kazandırabilir diye sözlükten çıkarılmasını ve onun yerine ‘Yeşilay böreği’ denmesini istemiş. Ama Türk Dil Kurumu bu öneriyi uygun görmemiş.

Türk Dil Kurumu’nun red gerekçesinde bu tamlamanın Türkçenin söz varlığında bulunduğu, ‘kol böreği’ gibi benzetme yoluyla türetildiğinden dilbilgisi açısından kullanılmasında bir sakınca olmadığı, bu isim tamlamasından olumsuz bir anlam çıkmayacağı, böreğin sigarayı özendirmeyeceği, hatta Yeşilay’ın teklifini değerlendiren Türkçe Güncel Sözlük Çalışma Grubu’nun üyelerinin ‘ezici çoğunluğunun’  sigara böreğini çok sevdiği halde sigara kullanmadığı gibi temellendirmeler yer alıyor.

Allahtan ki gerekçeler arasında bu böreğin yeşil olmadığı, ay şeklinde olmadığı gibi ‘mantıkî’ hususlar yok! Zaten dilin mantığı olsa idi o böreğe aslında ‘puro böreği’ denmesi gerekmez miydi?

Öyle ya, siz hiç sigara kalınlığında ‘sigara böreği’ gördünüz mü?

‘Erkek Hemşirelere Ne Demeli?

Hemşire okullarına birkaç yıl önce erkek öğrenci de kabul edilmeye başlandığında bu erkek öğrencilere ayrı bir diploma unvanı verilmesi herhalde düşünülmedi ve onlara da ‘hemşire’ diploması verildi. Ama hayatın mantığı dilin mantığından biraz farklı olmalı ki bu ‘erkek hemşirelerin iş bulabilenleri işe başladıklarında bazı tuhaflıklar oldu ve bu ’erkek hemşire’ler için yeni bir meslek unvanı aranmaya başlandı.

Öneri kimden geldi bilmem ama ‘erkek hemşire’lere ‘hemşir’ denmesini Sağlık Bakanlığı’nın benimsemediği basına yansıdı. Belki de bu öneriyi yapanlar ‘hemşire’ sözcüğünün sonundaki ‘e’ harfini erkek isimlerini kadın ismine çeviren ‘e’ gibi görmüşlerdi. Cahit’i Cahide, Kerim’i Kerime yapan ‘e’ gibi. Bu mantıkla da dişil ‘hemşire’nin sonundaki ‘e’ kaldırılınca, yani ‘hemşir’ yapılınca bu ‘erkek hemşire’ olmaz mıydı?

Ama bu hengâmede ‘hemşire’ sözcüğünün farsça kökenli bir Türkçe sözcük olduğu ve anlamının da ‘kızkardeş’ olduğu doğrusu pek tartışılmadı. Belki böyle düşünülse idi ‘erkek hemşire’lere de erkek kardeş anlamına  ‘birader’ demek ‘mantıklı’ olabilirdi.

Gelgelelim günümüzde ‘birader’ sözcüğü öncelikle magandaca bir söylem sayıldığı, ayrıca mason kardeşliği bağlamında özel bir anlam kazandığı, bunların dışında neredeyse sadece ‘kızmabirader’ gibi birkaç kuşak geride kalmış bir oyun adında kaldığı için, ‘erkek hemşire’ler kendilerine bir meslek unvanı bulmada herhalde biraz daha uğraşacaklar!

Abdullah BİZDEN

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit

Edebiyat Köşesi

  • Bu kategoriye henüz haber eklenmedi.
 İSTANBUL Hava durumu


RSS Kaynağı | Yazar Girişi | Yazarlık Başvurusu

Altyapı: MyDesign Haber Sistemi