Geçtiğimiz haftanın çalışmasında çocukları hemen yakınımızdaki harap olmuş ahşap bir evin yanına götürdüm. Yok oluşun üzerinden hayli zaman geçmiş ama giriş kapısı kapalı, üstelik zincirle bağlıydı. Çocuklara ‘Bu kapı konuşabilir mi?’ dedim… Daha yaşları da oldukça küçük olduğundan yüzüme tuhaf tuhaf baktılar.
Anlatmak gerekti… Bana konuşuyor, çok da hüzünlü şeyler anlatıyor dedim. Öyküsünün çok yıllar öncesine bir marangozun ellerinde başladığını, yeni evlenen bir çifte yapılan bu eve gelip takıldığını, kapıdan giren gelini, gelen misafirleri, sonrası camda beklediği sevdiceğinin koca kilide uzanan elini, sonra sonra çocukları, hatta onların çocukları derken ben dinledikçe onun anlatmayı sürdürdüğünü söyledim… Aman bir keyif aldı ki çocuklar sormayın. Herkes hayal gücü doğrultusunda duyduklarını anlattı. Hoş olanı artık konuşmayan pek çok şeyi dinleyebilecekleriydi.
Ses çıkarmadan konuşanlar… İşte ben en çok onları severim. Öyle samimi öyle sıcacıktırlar ki… Hiç yalanları olmaz. Size söylemiyorlardır anlattıklarını… Kendi kendilerine konuşurlar, onların da yalana ihtiyacı olmaz. Maharet onu duymaktır.
Bir çiçek açar, gerinir güneşe doğru… Yüzünü ona dönmesi bir ‘Günaydın’dır. Rüzgârın onu hafif hafif sallaması bir okşamadır. Kedinin mırıldaması teşekkür, köpeğin kuyruk sallaması ‘Seni sevdim’ demektir. Kuşun cıvıldaması… Bir dakika kalbim bana abarttın, beynine sor diyor… Öyle mi ey mükemmel organım cevap ver… Diyor ki, çiçek güneşe dönmesi daha çok ışık almak, rüzgârın onu sallaması tozlarını dağıtmak, kedi ve köpek bir şeyler kapmak, kuş yaşamın devamı yani arkadaş bulmak için çabalıyor yani bunlar çok doğal şeyler, sen iyisi mi cansız objeleri dinle onların konuşması çıkarsızdır. Her bakan farklı bir öykü dinler zaten… Evet evet gözlerinle dinleyeceksin.
Bak Ara Güler’in meşhur sırtında küfesiyle hamal fotoğrafına… Üstat onlarca fotoğrafını çekmiş delikanlının ama olmamış istediği… Fotoğraflar hep sessizmiş. Sonra gidip bir hafta hamalın evinde onunla ailesiyle birlikte yaşamış… Sonrası çektiği fotoğraf konuşmak şöyle dursun şakımaya başlamış. Ben ilk bu fotoğrafta öğrendim onları dinlemeyi… Ve olabildiğince öğrettim. Birlikte arkeoloji müzesine gittiğimizde pek çok insanın şöyle bir bakarak geçtiği İskender Lahdi önünde yere oturup ki restorasyondaydı ve çok uygun ortam yoktu, buna rağmen iki saate yakın hiç konuşmadan lahdi dinlemiştik sonra birbirimize neler dinlediğimizi anlattık. Şüphesiz her birimizin dinlediği öykü farklıydı ve tabii ki güzel olan da buydu. Artık onlar için konuşmayan hiç bir şey yok. Benim için zaten yoktu… Canlı cansız konuşan susan, hareket eden ya da etmeyen her şeyi dinlemeyi severim. Otobüste ağzını hiç açmayan ama çok konuşan insanları, yolda yürüyenleri, duraklarda bekleyenleri hasılı her sesi veya sessizliği dinlerim de hastane gibi yerlerde zordur biraz. İçin kan ağlar yüreğin burkulur. Bir küçücük iplik parçasıyla oynayan çocuğu seyretmek, bir diğer yavrunun annesinin yanında endişeyle beklemesini izlemek çok kolay olmaz ama her hareket yalansızdır. Yalan istemeden de olsa ileriki yıllarda başlayacaktır.
Yalansızlığa alışmak ne zordur bilir misiniz? Zaten yalansız yaşayanların da hayatı zindan olur, beyaz yalanlar tatlı yalanlar küçük yalanlar icat edilir yaşam bugünkü şekline sokulur.
Size yalan söyleyenleri, yalandan boynunuza sarılanları, ‘Seni seviyorum’ u dilinin ucuyla söyleyenleri hep fark etmeye başlamak zordur. Elbette ki her öğrenilen şey hayatımızı güzelleştirecek demek değildir. Bu şekilde yaşamayı öğrenmek gerekir ve hepimiz öğreniriz de… Öğrenemesek siyaset bilimi ve siyasetçi kavramı yok olur. TV, TV dizileri ve pek çok program yok olur. Medya dünyası kendini yok eder. Pek çok ilişki, arkadaşlık devam etmez.
Tamam yeter… Anladım. Yalansız, abartısız olmuyor.
Ama siz de şunu anlayın Eyyyy… Yani herkes…
Biz her şeyin farkındayız.