| |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
HABER ARAEN ÇOK OKUNANLAR |
Levent ARTÜZ... Lüfer kampanyasına bilimsel bir yaklaşım.Son zamanlarda yoğun olarak aşırı avcılık olgusu bahane edilerek, özellikle denizlerimizde 1980 senesinden bu güne yanlış olarak yönetilen stoklar ve avcılık çıkmazının delilleri karartılmaya ve bu konuda belki de göreceli en az suçu olan balıkçıya ciddi bir fatura kesilmeye çalışılmaktadır.... Lüfer kampanyasına bilimsel bir yaklaşım.
Son zamanlarda yoğun olarak aşırı avcılık olgusu bahane edilerek, özellikle denizlerimizde 1980 senesinden bu güne yanlış olarak yönetilen stoklar ve avcılık çıkmazının delilleri karartılmaya ve bu konuda belki de göreceli en az suçu olan balıkçıya ciddi bir fatura kesilmeye çalışılmaktadır. Gerçekte yaşanan bu olayı, ilk önce tanımlar bazında irdelemekte önem olduğu kanısını taşıyorum. Aşırı avcılık (over fishing): stokların yenilenmesine (rejenerasyonuna) imkan vermeyen, stoktan doğal ölüm miktarının üzerinde (kabul edilebilir miktarın üzerinde) biyokütle çekimini öngören faaliyettir. Sürdürülebilir avcılık olarak nitelenen; stoktan doğal ölüm miktarınca çekilecek biyokütlenin, en az bir kez döl verebilecek miktarının stoktan çekilmesi kuralına uyulmaksızın yapılacak faaliyet[1] olarak nitelendirilmektedir. Buna göre bir olgunun aşırı avcılık olarak nitelendirilebilmesi için; 1- Stok miktarı, 2- Avlanan miktarın, biliniyor olması gerekmektedir. Bu noktadan hareketle; yurdumuz geneline serpiştirilmiş sayıları (yanlış biliyor olabilirim) 23 adet olan su ürünleri fakülteleri’nden kaçının hangi balık stoğu üzerine ulusal bir izleme projesi yürüttüğünü ciddi anlamda merak edenlerden biriyim. Ulusal izleme projeleri; sürekli olarak en az 5 sene sürdürülen, ilgili su kütlesini ve/veya gereğinde bağlantılı su kütlesini tümü ile kapsayan, mevsimsel kesitleri içeren, multidisipliner çalışmalardır. Bu bağlamdan hareketle; herhangi ticari veya ticari önemi olmayan bir balığımızın (veya su ürünümüzün) stok miktarları bilinmemektedir? Avlanılan miktara gelince; Su Ürünleri Tebliği gereğince, ticari anlamda avlanan balıkçı için, her ne kadar zaman zaman bazı türlerde kota benzeri uygulamalara gidilse de, herhangi bir avlanma limiti bulunmamaktadır. Legal olarak bir gır-gır teknesi günde 100.000 çift palamut veya lüfer veya basına yansıdığı gibi bir gecede 35ton Sardalya tutabilir. Bu da yürürlükteki mevzuata tamamen uygundur. Her ne kadar boy sınırlamaları mevcutsa da, bunu sağlayacak (ağ gözü, kare ağ vb.) avcılık metotlarına yer verilmediğinden, realitede boy yasaklarının geçerliliği bulunmamaktadır. Av gerecinden hareketle bir düzenleme olmadığından; örneğin basına yansıyan avlanmış olan 35ton sardalyanın, tebliğ sınırları içersinde %5 sınır altı boyu olduğunu kabul edecek olursak, 1750kg standart dışı balıktan bahsetmemiz gerekir ki, bu miktar bile normal bir zamanda bir balıkçı teknesinin avlayacağı miktar veya daha fazlasıdır. Kaldı ki; avlanmış olan su ürünlerimiz ile ilgili sağlıklı bir istatistik bilgiye bile sahip olduğumuz söylenemez. Uzatmadan sonuca gitmek gerekirse; - şu an itibarı ile mevcut stoklarımızdan haberimiz bulunmamakta, - sürdürülebilir avcılık için, elimizde herhangi bir veri bulunmamakta, - aşırı avcılık ve/veya sürdürülebilir avcılık formüllerinde kullanabileceğimiz herhangi bir değere sahip olmadığımız açık-seçik ortada bulunmaktadır. Bu bilgiyi indirgediğimizde; lüfer balığı özelinde ayağı yere basar bir kampanya yapıldığında en azından stokların miktarlarının bilinmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Bu var mıdır?
İkinci önemli unsur ise hedef formun ekolojisi’dir. Ekoloji deyimi bilimsel anlamda ilk kere 1870’de alman biyolog Ernst Haeckel tarafından kullanılmıştır. Ekoloji Yunanca’daki oikos = ev (yuva, konut vb) ve logos = bilim kelimelerinden üretilmiştir. Bu günkü anlamı ile ekoloji “bir organizma ile çevresi arasındaki ilişkisi” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlamada, organizma, en basitinden (bakteri, virus) en mükemmeline (insan) kadar her hangi bir canlıdır. Çevre ise, canlının içersinde yaşadığı ortamın coğrafi, fiziksel, kimyasal, jeolojik ve biyolojik yapısının oluşturduğu yapıyı belirtir. Bir ortamda genellikle bir tek tür canlıdan çok daha fazlası yaşar. Bu durumda her hangi bir bitki ve hayvan türünün oluşturduğu topluluğa tür populasyonu denmektedir. Daha ileriye gidecek olursak, doğal bir ortamda bulunan tür populasyonu genellikle bir tek türden oluşmadığından, ortamdaki tüm populasyonların bir komunite (toplum) oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenlerle, ekolojide tür-populasyonlarının ortam şartları ile ilgisini ortaya koyan bir populasyon ekolojisi, veya tüm populasyonların çevre ile olan ilişkilerini inceleyen toplum ekolojisi’nden söz etmemek gerekir. Marmara Denizi’nde son yıllarda oluşan ekolojik değişimler, gerek populasyon gerekse komunite düzeyinde gerçekleşmektedir. Buna bir örnek vermek gerekirse, Marmara Denizi ve boğazlarında bir zamanlar en önemli balık türlerinden birisini oluşturan uskumrularını belirtebiliriz. Karadeniz’de meydana gelen hidrografik değişimlerin etkisi altında, bu balıkların en önemli besinini oluşturan bazı plankton organizmalarının kaybolması ile, uskumruların yok olmaları arasında bir ilişki olduğu varsayılmaktadır. Marmara Denizi kirlenir mi?, kirlenmez mi? gibi tartışmaların gündemde olduğu 80'li yıllardan bu günlere kadar kamuoyunun yakından izlediği ve gözlediği gibi, bu küçücük ancak önemi son derece büyük su kütlesinde pek çok değişimler meydana gelmektedir. Kirlenme boyutlarının, bu su kütlesinin kendi kendisini arıtabilme kapasitesinin üzerine çıkmaya başladığı 1975 yılından beri, beş duyumuzla algıladığımız köklü değişimler söz konusu olmaktadır. Bu köklü değişimleri, nedenlerine değinmeden, iki ana grupta toplamak olasıdır:
1- Ekonomik değere sahip bazı balık türlerinde de gözlendiği gibi, Marmara ekosisteminin bileşkeleri olan pek çok canlının hemen hemen tümü ile yok olması ve bu türlere bağlı hızlı bir üretim azalması söz konusudur. 1975’lere kadar Marmara Denizi su ürünleri endüstrisinde önemli rol oynayan balık türlerinin sayısı 124 kadarken, halen bu sayı 1-2 ye kadar düşmüş, 1989 senesinde itibaren Marmara Denizi su ürünleri (balık) üretiminde yalnızca istavrit %80'in üzerinde bir paya ulaşmıştır. Marmara'nın tüm Türkiye su ürünleri üretimindeki katkısı da, %22'lerden %6'lara kadar düşmüştür. 2- Marmara Denizi ekosisteminde asırlar boyunca dengeli bir şekilde bulunan yakamoz (Noctiluca scintillans), Denizanası (Nitzschia, Pleurobrachia, Beroe, Aurelia) gibi planktonik canlılar veya Gracillaria, Cystoseira, Codium gibi algler, İstavrit (Trachurus trachurus), Tekir (Mullus surmuletus) gibi balık türlerinin 1975'lerden bu yana, denizin rengini değiştirecek, balıkçılık ekonomimizi sarsacak şekilde ve aynı zamanda da, diğer türlerin zararına olan boyutlarda kütlesel çoğalmaları/azalmaları, bu iki grup etki ve tepkinin karakteristik özellikleridir. Son senelerde yapılan araştırmalar, kirlilik bazlı olarak “tür çeşitliliğinin azalması ve buna bağlı fert adetlerindeki artış” şeklinde özetlenebilecek ve sonuç olarak Marmara Denizi genelinde çok ciddi bir plankton yani besleyici organizmalar eksikliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu da özellikle, bir geçiş koridoru oluşturan Marmara Denizi ve Boğazlar Sistemi için toplam biyokütle bazında ciddi bir erozyonun göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Herhangi seçilmiş bir formun biyokütlesini tek başına arttırmanın imkanı yoktur. En azından hedeflenen biyokütle için besinin ortamda bulunması gerekecektir. Besinin yeterli olarak bulunması, aynı zamanda hedeflenen birim zaman diliminde, hedeflenen boyun tutturulması için de gereklidir. Bunlar yerine gelse bile, yeni nesil için ciddi bir besin zincirinden bahsetmemiz gerekecektir. Bu bilgiyi de indirgediğimizde; lüfer balığı özelinde ayağı yere basar bir kampanya yapıldığında, en azından söz konusu formun olası beslenme değerleri ile ilgili bilginin ve gerçek durumun gereği ortaya çıkmaktadır. Bu var mıdır?
Bir diğer önemli unsur da ortam şartlarıdır. Bunlara kısaca fiziksel-kimyasal oşinografik şartlar diyebiliriz. Mesela lüferi Van Gölü’ne atsak yaşamaz. Yani uygun ortam şartlarının olması da, olmazsa-olmazlardan biridir. Tuzluluğa şimdilik pek sözümüz olmaz, sıcaklık da hakeza. Ancak balıklar için olmazsa-olmazlardan biri de suda çözünmüş oksijen’dir (ÇO). “İyi bir balıkçılık ortamının muhafazası için en az 5mg/lt çözünmüş oksijen gerekmektedir. Çözünmüş oksijen değerinin 1.5-2mg/lt den az olması, balıkların çoğunun ölümüne sebep olacaktır. Çözünmüş oksijen yalnızca balıklar için değil, atık suların doğal olarak denizde çürüyüp, zararsız hale gelmesi bakımından da önemlidir. Ayrıca oksijensiz çürüme, hidrojen sülfür gazını meydana getirir ve bu gazın çok miktarı koku yarattığı gibi, balıklara da zehirlidir. Doğal çözünmüş oksijen seviyesi 5mg/l az ise, atık su deşarjının bu seviyeyi %10’dan fazla azaltmasına müsaade edilmemelidir. Çözünmüş oksijen hiç bir şekilde 2mg/l az olmamalıdır.”[2] Buna göre bu günkü duruma baktığımızda; yüzeyde yani atmosfer ile temasın en yüksek olduğu noktada, tüm Marmara Denizi için “hacimsel ortalama” 4.46 mg/l ÇO bulunmaktadır.
Ortalama derinlik olarak 30m’yi aldığımızda ise;
“hacimsel ortalama” tüm Marmara Denizi için 3.93 mg/ ÇO değerine düşmektedir. Bu da herhangi bir balık populasyonunun bu kesitte sağlıklı olarak yaşamını sürdüremeyeceği anlamına gelmektedir. Yine aynı kesitlere geçmiş seneler bazında karşılaştırmalı olarak bakıldığında; Bu grafikten yapılacak projeksiyonda ileriki senelerde Marmara Denizi genelinde ÇO değerlerinin ne durumda olacağını kestirmek zor olmasa gerektir. Bu hacimsel ortalama değerler ile, sorun türe indirgediğinde; lüfer balığı özelinde ayağı yere basar bir kampanya yapıldığında, en azından söz konusu formun olası yaşama/yaşamını sürdürebilme değerleri ile ilgili bilginin ve gerçek durumun gereği ortaya çıkmaktadır. Bu var mıdır?
Lüferin bir göç balığı olduğu malumumuz. “Lüfer düşük sıcaklığa tolerans gösteremediği ve yem balığı olsa dahi yem alamadığı için, Karadeniz'in bulabilirse 12 derece ve üstündeki sıcaklığa sahip koy körfezlerde yatak yapacak ve de Karadeniz boğazı yoluyla Marmara denizine kışlamak için göç yapacaktır. Kışın Marmara denizinde üste Karadeniz'den gelen ve sıcaklığı 8-10 dereceye kadar düşen bir su kütlesi ve bu su kütlesinin altında Ege denizinden gelen ve Karadeniz'e akışı olan, yaz kış sıcaklığı değişmeyen (13-14 derecelerde) Akdeniz orijinli su vardır. Düşük sühunete tahammül gösteremeyen balıklar örneğin istavrit-Palamut-Torik, Lüfer-Kofana gibi birçok tür Marmara denizinin derinliklerinde bulunan Akdeniz orijinli suda kışlama göçü veya yatak yaparlar. Kışın Marmara denizini terk etmeyen Lüfer Palamut gibi balıklar beslenemedikleri veya besin alamadıkları kış sürecinde zayıf ve yağsızdırlar. ilkbaharda suların ısınmasıyla hızlı beslenme döngüsünü sekse erişenlerin yumurta dökmesi takip eder. “[3] Yukarıdaki metinde de belirtildiği gibi davranışları ortam sıcaklığı ve Marmara Denizi’nin oşinografik durumuna bağlı. Özellikle tüm sene boyunca kesintisiz olarak 14.2˚C sıcaklığa sahip olan Akdeniz kökenli su kütlesi, korunması ve ileride lüfer olması öngörülen çinekoplar için bir yaşam alanı, “kışlama göçü” veya “yatak alanı” olacaktır. Peki bu bölgenin, bu su kütlesinin önemi-durumu nedir? Söz konusu su kütlesi gerçekte “derin deniz deşarjı” adı altında başta İstanbul olmak üzere Marmara Denizi’ni çevreleyen tüm yerleşimlerin atıklarını arıtmaksızın deşarj ettikleri katmandır. Hatta, Haliç, Göksu Deresi, Kurbağalı Dere gibi odakların kirletici unsurlarının “kuşaklama kolektörleri” ile toplanıp olduğu gibi deşarj edildiği su kütlesidir. Bu su kütlesine sadece İstanbul kenti günde 2.5 milyon m3 atık suyu basacak ve bizim koruma altındaki çinekoplarımız burada kışı geçirecekler! Duy da inanma! Aşağıdaki grafikte yıllar bazında termoklin altı, lüfer balığının optimum yaşam alanı olarak düşünülebilecek katmanda ÇO değişimleri verilmiştir. Mavi ile belirtilen hat ise “İyi bir balıkçılık ortamının muhafazası için” gerekli seviyeyi ifade etmektedir. Bu durum ışığında, sorun türe indirgediğinde; lüfer balığı özelinde ayağı yere basar bir kampanya yapıldığında, en azından söz konusu formun olası yaşamsal çevresi değerleri ile ilgili bilginin ve gerçek durumun gereği ortaya çıkmaktadır. Bu var mıdır?
Yukarıda da belirttiğim gibi ekolojik açıdan herhangi bir canlıyı tek başına ele alma imkanı yoktur. Lüfer balığı özelinden baktığımızda; etki bölgesinde (olmasa da) tüm besin zincirinin mükemmel işlediğini farz etsek bile, koruma altına alınacak formların beslenmeleri gerekecektir. Özellikle de “kışlama göçü” veya “yatak” yaptıkları sürede Boğaziçi ve Marmara Denizi’nde izmarit, istirangilos gibi balıklara, hem de stoklar artacağından ve ebatları büyüyeceğinden ciddi miktarlarda ihtiyaç duyacaklardır. Aynı şekilde değişik zaman ve fazlarda zargana, gümüş, papalina gibi pelajık balıklara da besin olarak ihtiyaç duyacaklardır. Kabaca beslenmede 1:1 oranını ele aldığımızda, ciddi bir yem stoğunun söz konusu olduğu ortaya çıkacaktır. Ancak burada da problem, Boğaziçi ve Marmara Denizi’nde söz konusu “yemlik” balıkların çoktan sıfırı tükettikleri konusunda düğümlenmektedir. Bu konu ile doğrudan ilgili diğer bir unsur da, yemlik kadar önemli “yiyen” olgusudur. Bir populasyonun sağlığı, o populasyon ile beslenen formlara direkt olarak bağlıdır. Yani koruma altındaki çinekopumuz için, hem yenilecek, hem de yiyecek formlar gereklidir. Yoksa sağlıklı bir üremeden, göçten dolayısı ile populasyondan bahsedilemez. Zamanında Boğaziçi’nde lüferin oyalanmasının başlıca sebebi Boğaziçi’nin Marmara Denizi ağzını kesmiş olan “harami” orkinoslar değil miydi? Ya da neden göç sırasında en önden küçük balıkların gittiğini hiç düşündünüz mü? Bu durumda bize orkinos, kılıç gibi balıklar da gerekecektir. Ancak bunların da söz konusu bölgede esamesi okunmamaktadır. Peki ne olacak? Bu durum göz önüne alındığında ve sorun türe indirgediğinde; lüfer balığı özelinde ayağı yere basar bir kampanya yapıldığında, en azından söz konusu formun olası besini ve düşmanları ile ilgili bilginin ve gerçek durumun gereği ortaya çıkmaktadır. Bu var mıdır?
Sonuç: Lüfer balığı özelinden bakıldığında; Marmara Denizi ve Boğazlar sistemi söz konusu formun yaşam döngüsünde çok ama çok önemli bir yer tutmaktadır. Bir anlamda Marmara Denizi ortam şartları, söz konusu formun üreme, beslenme, dağılım ve etkileri açısından direkt belirleyici rol üstlenmektedir. Marmara Denizi sistemden kaldırıldığında, lüfer balığı ve balıkçılığından bahsetmenin imkanı kalmayacaktır. Bu sebeple, eğer lüfer balığı özelinden hareketle ciddi anlamda balıkçılığımıza sahip çıkılmak isteniyorsa, hiç değilse yukarıda belirttiğim unsurların (sorunların) ciddi ve akılcı olarak cevaplanması ve gereğinin yerine getirilmesi gereklidir. Bu da sadece ve öncelikle ortam şartlarının düzeltilmesine bağlıdır. Stokları hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadığımız, beslenme değerleri ile ilgili ciddi kuşkuların bulunduğu ve belki de en önemlisi yaşama alanı bulunmayan bir formu, sadece ama sadece “küçüğünü yakalamayalım, büyüsün öyle yeriz” mantığı ile korumaya kalkmak, Nasrettin Hoca'nın “göle maya çalması” gibi, ya tutarsa mı? Yoksa “dostlar alış-verişte görsün” misali bir hareket midir? Ben anlayabilmiş değilim, anlayan beri gelsin....
[1] Kieran Kelleher 2005, Discards in the World's Marine Fisheries An Update, Consultant Fishing Technology Service FAO Fisheries Department, FAO FISHERIES TECHNICAL PAPER 470, FOOD AND AGRICULTURE ORGANIZATION OF THE UNITED NATIONS Rome, ISBN 92-5-105289-1 [2] DAMOC REPORTS 1971, Master Plan and Feasibility Report for Water supply and sewerage for the Istanbul Region.Vol.III, Part II. Istanbul. [3] http://www.balikcilar.net/showthread.php?t=16932 #3 Ömer Faruk KARA alıntı.
|
İSTANBUL Hava durumu
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Altyapı: MyDesign Haber Sistemi |