Söyleyecek sözünüz, yazacak mürekkebiniz (tıklayacak tuşlarınız) sahneleyecek oyunlarınız ve sahneleriniz, okunacak şarkılarınız ve türküleriniz hep olsun.
Yüzme Bilmeyen Başkan
Mektep medrese görmüş bir aileden geliyorum. Dolayısı ile okul öncesi, hem de hayli çok öncesi okuma yazma öğrenip bizi kitaplarla tanıştıran babam rahmetlinin Türk aile yapısı karşılığı “kesin sesinizi oturun” yerine kullandığı cümle; “Alın elinize bir kitap oturun” du. Yani hayatımıza okumak çok erken girdi, yazmak ise daha sonraları. Öğrencilik yıllarımda hep en iyi yazanların arasındaydım. Bunun altında çok okumak yatabilir; ama yazmayı seviyorum. Kelimeler… Binlercesi önümde dans ediyor ve beni al, beni al diye yalvarıyorlar. Süslü, zengin, zarif, güçlü, zayıf, her türlüsü. Seçmek, yan yana getirmek... Kelimelerin senfonisi oraya çıkarmak… Huzur ve dinginlik veren bir senfoniyi oluşturmak hep isteğim oldu.
Kelimeler ya da sözler… Hep verse, katsa, geliştirse, gülümsetse ne olur? Ne mi olur? Güzel olur elbette… Ama galiba hep böyle olmuyor. Bazen kulak tırmalayan, kakafoniler oluşuyor. Galiba kelimeler tam anlamıyla kontrolümüzde değil. Biz seçip yan yana koymaya, yani senfoni oluşturmaya çalışırken yaşananlar ya da yaşanmışlıklar kontrolü ele alarak yönü karamsarlığa doğru döndürüyor.
Acaba kelimeleri silah olarak mı kullanıyoruz? Birbirimizin kafasına taş atamayınca kelimeleri mi kullanıyoruz? Bilmediğimiz konuları bilir gibi yapıp hatta bizim olmayana sarılıp bizimmiş gibi yaparak ahkam kesmek, bükemediğimiz eli öpmek yerine uzaktan kahramanlık yapıp ve maalesef çamur da atarak kendimizi mutlu hissedebilmek mümkün mü? Gazeteler savaş alanına dönmedi mi? Köşelerde kişisel hesaplaşmalar yapılmaya, haberlerde; incitecek, doğruluğu irdelenmemiş, sadece duyulmuş konular geçit yapmaya, beş kişinin düşüncesi “halk böyle istiyor” şeklinde sunulmaya başlanmadı mı?
Düşmanımın düşmanı dostumdur, ya da düşmanım söylüyorsa doğru olamaz, dostum söylüyorsa yanlış olamaz gibi tuhaf, anlaşılmaz kavramlar yaşam felsefesi olup, konuşmayı sınırsız hak olarak kullananlarımız, yazanlar için; az yazarlarsa daha iyi olur demediler mi?
Acaba kelimeler ‘söz’e dönüşüp söyleyemediklerimizi başkalarının ağzından söylememize olanak verdiği için haksızlığa uğramış sayılmazlar mı? Benim için önemli değil, istemem ama sayın başkan için yapmalıydınız cümlesi, başkanın bundan haberi bile yok bahaneyle ben istediklerimi anlatıyorum anlasanıza demek, ben asla hediye istemem ama geleneklerimizde vardır, aslanım alsanıza, versenize demek değil mi?
Suyun boğazdan akarsa hayat, sel olursa ölüm olduğunu anlatabilen, saçımızı “zülfün teli-başın kılı” şeklinde zarafete götürüp kabalığa getirebilen, şu kısa boylu hanım yerine, şu alçak karı (yaşanmışım) ya dönüşebilen kelimeler; Yunus üstadın “Söz ola kese savaşı”,“Söz ola kesdire başı” müthiş anlatımıyla ders verebilen, “Konuşmasını biliyorsan konuş; ilim, irfan alsınlar… Bilmiyorsan sus; adam sansınlar” halk sözünde mizahi ama tam yerinde bir örnek vermiyorlar mı?
Kelimeler elimizde, söz hakkımız diyerek inceleyip araştırmadan ya da insaf etmeden kullanmak onları tam olarak silah yapar. İncitir, acıtır, kırar. Gülümseten kelime ağlatan olur… Bakın aklıma geliveren bir minik anlatım olacak size, dinlerseniz… Bu anlatı aklıma gelince yazımın başlığını da değiştirerek şimdi okuduğunuz hale getirdim.
Ülkenin birinde oldukça başarılı işler yapan, her yönüyle de iyi bir insan olan ama bir türlü takdir edilmeyen bir başkan varmış. Okul açar, bize ibadethane lazım denir, onu açar, okulumuz nerede ile karşılaşır, kütüphane açar, bize işyeri lazım denilir… Park yapar, yazık bu çiçeklere verilen paraya söylenir, sinemaya gider tiyatroya gitmiyor, tiyatroya gitse hani nerede türkülerimiz şarkılarımız, eleştirilerinden bıkmış usanmış ve son bir şey denemeye karar vermiş. Ülkenin en meşhur aynı zamanda en güzel yeri olan göl kenarında halkını ve basın mensuplarını toplamış minik bir konuşma yapmış ve bakın öyle bir şey yapacağım ki hayran kalıp söyleyecek söz bulamayacaksınız, demiş... Ayakkabılarını sonra çoraplarını çıkarıp, paçalarını da sıvamış… Şaşkın bakışlar arasında suyun üzerinde yüz metre kadar yürüyüp dönmüş ve durmuş. Görüyorsunuz ya, dercesine bir bakıştan sonra yine yürüyerek geri dönmüş, çoraplarını, ayakkabılarını giymiş ve hiçbir şey söylemeden uzaklaşmış. Ertesi gün gazeteler şöyle bir başlıkla çıkmış… “Koskoca Başkan yüzme bile bilmiyor”…
Amacım kimseyi eleştirmek değil, sadece yaptıklarımıza bir göz atıp, biraz daha düşünelim istedim. Herkesin istediğini yazmaya, istediğini söylemeye, gazete dergi çıkartıp, şiir kitabı bastırmaya, oyun yazıp sahnelemeye hakkı var… Ama dostlar insaf denilen de bir kavram var. Lütfen bu kavramı hayatımızdan uzak tutmadan yapalım tüm yapmaya hakkımız olanları…
Söyleyecek sözünüz, yazacak mürekkebiniz (tıklayacak tuşlarınız) sahneleyecek oyunlarınız ve sahneleriniz, okunacak şarkılarınız ve türküleriniz hep olsun.
Gülümsetme arzunuz, yaşama heyecanınız hiç bitmesin.
R.Sinan Akbaşak