| ||||||||||
| ||||||||||
| ||||||||||
HABER ARAEN ÇOK OKUNANLAR |
2011 TİCARİ BALIK AVCILIĞI SEZONU AÇILDISon yıllarda eksilen balık stoklarımızı kollamaya yönelik kampanyalar, yurdun bölünmez parçası olan denizlerimizin ve bunların sahip olduğu tüm değerlerin korunması sorununu ön plana geçirmiştir. Bu bakımdan ele alındığında... 2011 TİCARİ BALIK AVCILIĞI SEZONU AÇILDI Son yıllarda eksilen balık stoklarımızı kollamaya yönelik kampanyalar, yurdun bölünmez parçası olan denizlerimizin ve bunların sahip olduğu tüm değerlerin korunması sorununu ön plana geçirmiştir. Bu bakımdan ele alındığında, denizlerdeki balıkçılık faaliyetlerinin Türkiye besin ekonomisine değerli protein ve oldukça önemli döviz sağlamasının yanı sıra, kıyılarımızdan millerce uzaklara kadar denizlerimizde bayrak dalgalandıran balıkçı teknelerinin hükümranlığımız açısından değeri de anlaşılacaktır. Durum böyle olmakla birlikte, balıkçılığımızın bir üvey evlat muamelesi görmesini, sorunlarına yeteri gibi eğilinmemesini anlamak zordur. Görülen gerçek, balıkçılığımızın A dan Z ye bir sorunlar zinciri altında ezilişidir. Denizlerimizden ve karasal su kaynaklarımızdan elde edilen su ürünleri üretiminde yıllardan beri büyük bir değişimin olduğu, kamuoyunun gözünden kaçmamaktadır. Bu değişim evvelce harcıalem olan pek çok balık türünün hemen hemen tümüyle kaybolmasının yanı sıra, bazı balık türlerinin artışlarında gözlenmektedir. Bu durum, en belirgin şekli ile Marmara Denizi’nde ortaya çıkmaktadır. Marmara Denizi’nin en değerli balık türlerinden uskumru, kılıç, dülger, gelincik balıkları, papalina ve istakoz gibi su ürünlerinin yanı sıra, ekonomik değerleri olmamakla birlikte, ekolojik bakımdan önemli rol oynayan pek çok tür de, buy geçen kısa süre içersinde kaybolmuştur. Buna karşın, 1979-82 yılları arasında istavrit, lüfer gibi, bir kaç türde belirgin artışlar gözlenmiştir. Benzer çoğalmalar bazı deniz yosunlarında da gözlemlenmiştir. Örneğin; kirlenme rekoruna sahip İzmit Körfezi’nde Gracilaria türü kahverengi alglerin (yosunlar) ve tüm kıyı şeridinde yeşil Ulva lactuca türü yosunların çoğaldığını görmek mümkün olmuştur. Marmara Denizi çevresinde yer alan yerleşim merkezleri, gerek nüfus, gerekse endüstriyel kuruluşlar açısından Türkiye genelinde en yoğun bölgeyi oluşturmaktadır. Marmara Bölgesi Türkiye nüfusunun % 10'undan fazlasını barındırmaktadır. Bunun sonucu olarak Marmara çanağına bırakılan ve çeşitliliği her gün artan evsel ve endüstriyel atıklar bu denizi bir kirlenme stersine sokmuştur. Organik kirlenmenin en tipik belirtisi olarak, olayın ilerlediği sularda, oksijen azalması veya suya bırakılan toksinlere direnç gösteremeyen pek çok tür kaybolurken, bu kötü şartlara direnç gösterebilen çok kısıtlı sayıdaki türün, onlardan boşalan alanı doldurması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu durum, etki altında olan su kütlesi anoksik (oksijensiz) bir ölü denize dönüşene kadar sürecektir. Balıkçılığımızı strese sokan diğer bir faktör de, denizlerimizde sürdürülmekte olan ve stokları zarara uğratan avcılık yöntemleri, daha doğrusu bu yöntemlerin kötüye kullanılmasıdır. Osmanlı döneminden (Zabıta-i Saydiye Nizamnamesi) günümüze kadar Marmara Denizi’nde trol ile balık avcılığını yasaklanmış olmasına karşın, Marmara ve diğer denizlerimizde bu yöntemin kuraldışı olarak insafsızca kullanıldığını sağır sultan bile bilmektedir. Bu yöntem ile birlikte, her türlü bilimsel kurala aykırı olarak, ağ gözlerinin yavru balıkları da avlayacak şekilde "kör" tutulması, denizlerimizde önemli bir sorun yaratmaktadır. Bunun yanı sıra bazı türlerde sürdürülen aşırı avcılık (overfishing) de, Karadeniz’de hamsi avcılığında yaşandığı gibi, stokların geniş çapta yitirilmesine neden olmuş ve olmaktadır. Ancak, unutulmaması gereken önemli bir konu, ekonomik anlamda ve rasyonel bir dip balıkları avcılığı için trol dışında başka bir alternatifin bulunmayışıdır. Denizlerimizde bulunan verimli dip balığı (demersal) stoklarını ulusal ekonomiye kazandırabilmek için, yasa, tüzük ve yönetmeliklerde belirtilen kurallara uyarak, bu yöntemin bütün dünyada olduğu gibi, balıkçılığımızda da sürdürülmesinden başka çare yoktur. Balıkçılığımızın karşı karşıya bulunduğu sorunları bir makaleye sığdırmak olanaksızdır. Ancak bu sorunların kökeninde, balıkçılığımıza verdiğimiz önemin yatmakta olduğunu belirtmekte yarar vardır. Türkiye’de balıkçılık idaresi atıl bir durumda sürdürülmeye çalışılmasına karşın, diğer denizci ülkelerde genellikle Bakanlıklar düzeyinde temsil edilmektedir. Zira, balıkçılık I.Dünya Savaşı’ndan sonra basit bir avcılık olayı olmaktan çıkmış, başta da belirttiğim gibi, karasularının hükümranlığı ve uluslararası deniz alanlarındaki doğal kaynakların ülke yararına işletilmesi (açıkdeniz balıkçılığı), buralarda ulusal gücün sergilenmesi gibi amaçlara da yönelmiştir. Uygarlık seviyesine ulaşmaya çalıştığımız Batı Ülkeleri’nde balıkçılığın, savaş nedeni bile olabildiğini, geçmişte Falkland olayı, İspanyol ton balığı hırlaşmaları ve daha nice çatışmalar göstermiştir. Bu gelişmelere paralel olarak, Dünya genelinde balıkçılık pek çok bilim dalını bünyesine alarak, yeni ve modern bir bilime dönüşmüştür. Türkiye’de de 1930'lu yıllardan sonra, balıkçılık kısa süren dönemler için konuya özel okullarda öğretilmeye başlamış fakat 1950’lere kadar bu okulların faaliyetleri 1-2 yıllık süreleri geçememiştir. 1950'li yıllarda kurulmuş ve YÖK e kadar uluslararası düzeyde söz sahibi olmuş Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü, Boğazdaki konumu nedeni ile bir dinlenme tesisine çevrilirken, geniş çaplı bölünmeye uğratılmıştır. Bu gün yurdumuzda çeşitli Üniversitelere bağlı çok sayıda konu ile ilgili fakülte bulunmaktadır. Buradan yetişen mezunlara, ne devlet katında ne de özel sektörde yeterli iş imkanları sağlanmış değildir. Buna karşılık gerçek bir bilim haline gelen balıkçılığın sorunları, genellikle bu bilim dalında öğrenim görmemiş başka disiplinlerde yetişmiş personel tarafından ele alınmakta, güncel işlemlerin dışında esas sorunlara, gerçekçi bir şekilde eğilmek mümkün olamamaktadır. Teşkilatta bulunan konuya hakim kısıtlı sayıdaki eleman ise, bürokratik hiyerarşide yeteri kadar etkili ve yetkili olamamaktadır. Bunun sonucu olarak kara mizaha örnek olacak bazı düzenlemeler, acı gerçekler olarak sergilenmektedir. Örneğin Su Ürünleri Avcılığını Düzenleyen Tebliğ’de, Marmara ve hatta Kuzey Ege sularında dahi bulunmayan, doğu Akdenize ait Hint Okyanusu kökenli karides türlerini Boğaziçi ve Marmara Denizi’nde yasaklaması, balık boyları ile ilgili ek düzenlemede ticari önemi olmayan yazılı hani (Serranus scriba) yer alırken, nesli tehlikede olan iskorpit hanisi (Polyprion americanus), taş hanisi (Mycteroperca rubra), kaya hanisi (Epinephelus fasciatus) gibi balıkların yer almayışı, hatta içsularda ciddi miktarlarda avcılığı yapılan onlarla balık türünün esamesinin bile okunmayışı su ürünleri kaynaklarına ve bunlarla ilgili balıkçılık bilimine ne derece önem verdiğimizin yalnızca bazı küçük örnekleridir. Halbuki Türkiye, yukarda belirttiğim nedenlerle ve üç tarafı denizle çevrili bir ülke olarak, deniz balıkçılığını büyük bir hızla geliştirmek ve balıkçılık biliminden gereği gibi yararlanılarak, sektörün sorunlarına ciddiyetle eğilmek zorundadır. Bunun için ise, başka disiplinlerin gölgesinden kurtarılmış güçlü bir kuruluşun, bir Bakanlığın desteğine gerçekten ihtiyaç bulunmaktadır. Ancak günümüz Türkiye’sinde balıkçılığının sektörel durumunun yeteri kadar anlaşıldığını söylemek olanaksızdır. Geçen yıl yapılan (Deniz Ticaret Odası) bir bilgilendirme toplantısında, ekonomik konulara yakın bir kuruluşun yetkilisi, balık istihsalinin “en ucuz kaynak” olduğunu ifade edebilmiştir. Aynı şekilde bir sivil toplum örgütü görevlisinin balıktan “meze” olarak bahsetmesi, o tarihteki balıkçılık meslek kuruluşu başkanının “meze dediğiniz bizim ekmek kapımız” yönünde haklı tepkisi ile karşılık bulmuştur. Aslında bu görüşler, devlet ve kamuoyu katındaki yaygın kanıya tercüman oluşu ve konuya yaklaşım bakımından da ilginç ve üzerinde titizlikle durulmaya değer. Bu gün için balıkçılık, içersinde yer aldığı Tarım'ın belki de en masraflı üretim uğraşlarından birisi olmuştur. Bütün ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’mizde de balıkçılık, göçmen (pelajik) türler için çevirme ağları ve dip balıkları (demersal türler) için sürütme ağları ve bunları taşıyan tekneler ile yapılmaktadır. Bunlarda kullanılan av araç ve gereçleri, onlarca bin, hatta milyon liraya mal olan, buna karşı rizikosu çok yüksek yatırımlardır. İşletme masrafları da karadaki tarımsal faaliyetlere oranla çok yüksektir. Dünya trendlerine paralel olarak Türkiye’de de gelişmeye başlayan bir balıkçılık türü de, Balık Tarımı veya AKUAKÜLTÜR' dür. Çağımızın en umut verici doğal kaynaklarından birisi olan bu yöntem de milyarlarla ifade edilebilen bir endüstri yatırımını gerektirmektedir. Bu bakımlardan su ürünlerinin en ucuz protein kaynağı olduğu gibi mesnetsiz düşüncelerden bir an önce kurtulmakta yarar vardır. Su ürünleri endüstri sektörü, yurt genelinde ürünlerini değerlendirebileceği, öngörüldüğü halde uluslararası standartlara uyumlu "Balık halleri"nden yoksun, pazarlamasını "Taş üstü"nde gerçekleştirmektedir. Bu durum bir sektörün ilerleyebilmesi, gelişmesinin izlenebilmesi için gerekli istatistik verilerin toplanması açısından da önemli bir eksikliktir. Türkiye’mizi çevreleyen denizlerden yeteri gibi yararlanmak, bu kaynaklara gerçekçi ve bilimsel yöntemlerle eğilmeyi gerektirir. Geleceğimizin besin açısından tek umudunun denizler ve buna ulaşmanın tek yolunun da su ürünleri üretimi olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Tüm su ürünleri sektörü çalışanlarına bereketli bir sezon dilerim, rastgele. Levent ARTÜZ
|
İSTANBUL Hava durumu
|
||||||||
Altyapı: MyDesign Haber Sistemi |